31 Ekim 2011 Pazartesi

Bağdaki Eşek Arıları

Bu yazıyı yazmayı planladığım ve fotoğrafları çektiğim günden bu yana yaklaşık 1 ay geçti. O günlerde bağda çok fazla eşek arısı vardı. İçinde dolaşırken sokmalarından çekiniyordum. Uzaktan bakıldığında da bağın üzerinde çok yoğun bir eşek arısı uçusu görülüyordu. Bağda kalan üzümlerle bayram yapıyorlardı. Bugün itibarıyla sayıları oldukça çok azaldı, ancak tek tük rastlanıyor. Bağda onlara yemek olacak üzüm de pek kalmamış olmakla birlikte kaybolmalarının sebebi başka. Peki nereye gittiler? Anlatacağım...



Eşek arısı Vespidae familyasına ait bir yaban arısı cinsi. Vespa da denilirmiş kendisine. Gövdesi kızılımsı sarı ve siyah çizgili olan eşek arıları oldukça iri yapılıdırlar. Uzunlukları 30 mm'yi bulan eşek arılarının koloniler veya kalabalık aileler halinde yaşayanları olduğu gibi, münzevileri de bulunurmuş. Eşek arıları dişleriyle ısırırlarmış (aksi nasıl olurdu ki zaten, ayaklarıyla mı ısıracaklardı). O çok korktuğumuz iğnelerini ise ancak zorda kaldıklarında batırırlarmış. Zaten bütün hayvanlar böyle değil mi, kendilerine zarar verildiğinde ya da zarar verileceğini düşündüklerinde ısırır ya da sokarlar. Yoksa, herkes kendi yoluna. Eşek arılarının iğneleri zehirlidir, şiddetli ağrı verir. Bazı kişilerde de alerjik reaksiyonlara sebep olabilirler.



Yeryüzünde geniş bir dağılım gösteren eşek arıları bazen kova büyüklüğünde olabilen yuvalarını ağaç kovuklarında, duvar oyuklarında, inlerde, ender olarak da toprak üstünde kurarlar. Yuvalarının içi çiğnenmiş bitkisel maddelerin tükürükle karışmasından oluşmuş kağıda benzer peteklerle döşelidir. Bir eşek arısı yuvası, kurucu ve yumurtlayıcı bir kraliçe, kısır dişiler olan işçiler ve yılın belli bir devresinde erkelerden meydana gelirmiş. Eşek arısı yuvası yalnızca tek bir mevsime mahsus olurmuş. Yumurtalarla dolu bir eşek arısı ilkbaharda kendisine bulduğu yuvada bir kaç hücre vücuda getirir, ilk yumurtalarını yumurtlar ve yumurtadan çıkan larvalarını getirdiği avlarla beslermiş. Onbeşer gün süren larva ve nimf dönemi sona erdikten sonra, dişi eşek arısı ilk işçilerini elde etmiş olurmuş. Bundan böyle işleri onlara bırakır ve kendisi sadece cemiyetini kalabalıklaştırmakla meşgul olurmuş.



Eşek arısı larvaları sekilsiz kurtlarmış ve onların yiyeceklerini işçi eşek arıları temin ederlermiş. İşçi eşek arıları kursaklarında getirdikleri et bulamacını onlara verirlermiş. Bunun için hergün çok sayıda sinek ve tırtıl avlarlarmış. Buraya kadar herşey güzel. Ama bal arısı kovanlarına saldırdıklarında durum değişiyor. Eşek arıları havada, kovan kapısı önünde ve hatta kovan içinde arıları yakalayarak öldürürler. Öldürdüğü arıların kanat ve kafalarını kopardıktan sonra geri kalan kısmı yuvalarına taşırlar, bunun yanısıra girmeyi başardıkları kovanlardaki balı da yerler. Özellikle kurak geçen yıllarda yarattıkları tehlike, kovanları söndürme boyutlarına ulaşabiliyormuş. Bu bakımdan, mücadele edilmeleri gerekirmiş. Tahmin edileceği üzere mücadele de, yuvalarını bulup yoketmek şeklinde olmaktadır.



Erkek eşek arılarıyla dişi eşek arıları sonbaharda çiftleşirlermiş. Yani, bu fotoğrafların çekildiği zamanlar aynı zamanda onların çiftleşme zamanlarıymış. İlk soğuklar başlarken de hemen bütün eşek arıları ölürlermiş. Sadece döllenmiş dişiler, kışı bir barınağın içinde geçirir ve ertesi ilkbaharda yeni yuvalar kurarak çoğalırlarmış ve bütün bu döngü tekrar başlarmış. İşte, yazının başında demiştim, bugünlerde ancak tek tük eşek arısı görülüyor diye. Çünkü geçtiğimiz günlerdeki soğuklarda çoğu ölmüşler. Ne kadar trajik bir durum...



Eşek arıları kovanlara saldırmalarının yanısıra, kendileri ve larvalar için şekerli madde ararken meyve bahçelerini basarak büyük zarar verebilirler. Hem şeker oranı oldukça yüksek olduğu için, hem de yemesi nispeten daha kolay olduğu için üzüm en sevdikleri meyvelerin başında gelir.

Yukarıdaki fotoğraflarda görüldüğü üzere, üzümleri gayet güzel yiyiyorlar. Eğer hasat döneminde olsaydı bu durum büyük problem yaratırdı. Neyseki, bu üzümler bağda kalmış olanlar. Onların hakkı sayılır.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Yer Fıstığı

Keyif olsun diye biraz da yer fıstığı yetiştirdik. Daha doğrusu, yetiştirmişiz :) Bahsediyorlardı ama gidip görmemiştim. Bugün sökümü yapıldı. Bunları da ben göreyim diye yeşil aksamlarıyla beraber getirmişler. İyi etmişler... Yer fıstığı deyince sanki farklı bişeymiş gibi anlaşılabilir. Değil, bildiğiniz fıstık. Bunlar ayıklanacak, toprağından temizlenecek, kurutulacak, sonra da kavrulacak.



Yer fıstığı (Arachis hypogaea), baklagiller familyasından bir bitkidir. Fotoğrafta da görüldüğü gibi, toprak altında bitkinin köklerinde kapsüller, kapsüllerin içinde de tohumlar oluşur. Yenilen kısım da burasıdır. Aslında hiçbir bitki, ben meyve vereyim, tohum vereyim, insanlar da bunları yesinler diye vermez bizim yediklerimizi. Asıl amaç nesillerini devam ettirmektir. İşte bu kapsüllerin içindeki tohumlar %45-60 oranında yağ, %20-30 oranında protein, %18 oranında karbonhidrat, vitaminler ve madensel maddeler ihtiva ederler. Yağ sanayi ve çerez yapımı en çok kullanıldıkları alanlardır. Çerez dedik değil mi? Kavrulmuş tuzlu iç fıstık, kulağa ne kadar da hoş geliyor. Geliyor gelmesine de, kilo yapmaya da yi geliyor :)

Yer fıstığının gen merkezi Güney Amerika imiş. Oradan Avrupa ve Asya'ya yayılmış. Türkiye'ye ne zaman ve nasıl girdiği kesin olarak bilinmiyormuş ama ilk olarak Trakya'ya ve oradan da Ege, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu'ya yayıldığı düşünülmekteymiş. Osmaniye ve çevre ilçeleri ile Kahramanmaraş'ın bazı ilçelerinde önemli bir geçim kaynağı olan yer fıstığının borsası da Osmaniye'de oluşuyormuş. Diğer önemli üretim alanları da Anamur ve Mersin çevresi imiş.

İyi drene olmuş, gevşek yapılı, kumlu-tınlı, kalsiyumca zengin, organik maddesi orta derecede olan ve taban suyu yüksek olmayan topraklar yer fıstığı yetiştiriciliği için uygundur. Eh, bizim topraklar da buna uygundur.

Çerez merez dedik ama, sadece yemeye değil, beğeni belirtirken de bolca kullanılır fıstık. İçinde fıstık olan sözleri şöööyle bi düşünün bakalım... Mesela, "fıstık gibi." Bu yazı da yetti gibi, sanki. Tamam, burda kestik.

15 Ekim 2011 Cumartesi

Denizli - Çal Seyahati

Denizli'nin Çal ilçesine yaptığımız bu seyahat biraz yorucuydu ama güzeldi. Olayımız bir kaç gün önce Rıdvan abinin beni aramasıyla başladı. Olağan sohbetimizi yaptıktan sonra, konu nerden buraya geldi bilmiyorum ama, Rıdvan abi "bu yıl biraz Boğazkere şarabı yapmak istiyordum, geçenlerde Güney'e gittiğimde bir-iki telefon numarası almıştım onları aradım, Boğazkerelerin kesildiğini, ancak Çal'da bulabileceğimi söylediler, Çal'a gitmeyi düşünüyorum" dedi. Ben de, "aslında biraz Boğazkere iyi olur" dedim, Rıdvan abi de, " beraber gidelim" deyince, biraz sonra plan yapma safhasına geçmiştik bile. Üzüm bulma konusunda bize yardımcı olacak Muammer (Özkan) hocamla da konuştuktan sonra, iş yola çıkmaya kalmıştı. Bir önceki akşam konuştuğumuzda da, "sabah 07:00 de sende olurum" dedi Rıdvan abi. Ben, "şunu 06:00 yapsak nasıl olur" dedim, "tamam" dedi. Ama 1 saatlik kadar bir yanlış anlama olmuş, iyi de olmuş, saat 04:50'de geldi. İşte budur...



Ben gitmeyi daha çok gezi amaçlı düşünmüştüm ama gitmişken biraz Boğazkere de ben alayım dedim. Böyle olunca benim tekerlekli sandalyeye de yer kalmıyor haliyle. Ama Rıdvan abi ona bir yer buluyor. Daha önceki seyahatlerimizde olduğu gibi, bu seferki manzara da tam fotoğraflık oldu :)



Denizli'ye yaklaştığımızda Muammer hocayla haberleştik ve onu da alarak yola devam ettik. Çal'a varmadan İsabey kasabasına girdik, Muammer hoca baba evini gösterdi bize. Ardından hemen yakındaki kendi bağına uğradık. Üzümleri kesilmiş olan Sultani çekirdeksiz bağında kalmış olan üzümlerden bir salkım üzüm getirdiler. Ve ben çok şaşırdım. Erkenci olarak bildiğim bu üzümün bu tarihte halen asmanın üzerinde bu derece sağlıklı duruyor olması ilginçti. Etraftaki bağlarda da Sultani üzümleri üzerinde duran bağlar görmüştüm. İsabey'den hemen sonra sol tarafta, yoldan 1 km kadar içerde Küp Şarapları fabrikasının bulunduğu Mahmutgazi köyü var. Daha sonra da Çal ilçesi. Çal İlçesi, dünyaca ünlü ressamımız İbrahim Çallı ve Çalkarası üzümünün memleketi. 3600 nüfuslu, kendisi küçük ama adı büyük bir ilçe. Tarımsal üretimin çok büyük bir bölümünü bağcılık oluşturuyormuş. Ardından da biraz ayçiçeği üretimi, biraz da kekik üretimi geliyormuş. Çal'ı çok az (1,5 km kadar) geçince de Selcen beldesi var. Çok küçük bir belde ama 5 tane şaraphane varmış.



Selcen beldesinden 1o km sonra, Çal-Güney yolu üzerinde Kabalar köyü var. Muammer hocanın eniştesi Süleyman abinin köyü. Bize üzüm burdan ayarlanacaktı. Oraya vardığımızda, Süleyman abinin üzüm teslim etmek üzere Selcen'e şarap fabrikasına gittiğini söylediler. Biz de tekrar oraya döndük. Yaklaşık 20 traktörün üzüm teslim etmek üzere beklediği fabrikada, kendi traktörünü bir arkadaşına emanet ederek bizle tekrar köye döndü. Yolda, bağ kenarında üzüm yüklü traktör römorkları vardı. Yukarıda da Kabalar köyündeki kantarın yanında üzüm alan bir kamyon görülüyor. Traktörler getirdikleri üzümü kamyonun kasasına boşaltıyorlar. Üreticiler son üzümleri, önümüzdeki günlerde gelecek yağış vesoğuklardan önce toplayıp satma telaşındalar..

Selcen'den Kabalar köyüne giderken, üzüm alacağımız bağdaki üzümlere baktık, yağmurlardan sonra brix'leri (şeker oranları) epeyce düşmüştü. O üzümü almanın bir anlamı yoktu. Başka üzüm bakmak üzere köye döndük ve yukarıdaki kamyona üzüm getiren bir üreticinin üzümlerinden bir salkım getirdi Süleyman abi. Üzümün kendisi ve şeker oranı iyiydi. Bu üzümlerden almak üzere bağa doğru yola çıktık.



Biz bağa vardığımızda üzümler kesilmekteymiş. Goble terbiye sistemli bu bağ(lar)da, gördüğüm kadarıyla sıra araları 3 metre kadar. Sıra üzeri mesafe de sanırım 2,5 metre civarında. Buralardaki bağların çok büyük bir bölümü Goble terbiye sistemli. Telli, yüksek sistem bağlar da var ama benim gördüğüm yerlerde pek fazla değildi. Yine benim gördüğüm yerlerdeki bağlar sulanmıyorlardı. Sorduğumda, genelde bağların sulanmadığını söylediler.



İşte bu da bir Boğazkere salkımı. Benim az miktardaki Shiraz üzümlerimin arasına karışmış olan 5 kök asma var. Onların Boğazkere olduklarını düşüyordum. Neden düşünüyordum, çünkü daha önce Boğazkere üzümü görmemiştim, onun için de kesin karar verememiştim. Ama artık eminim :)



Yaprakları böyle çok güzel bir kırmızı renk almış. Bu renkleriyle de Boğazkere bağları seçilebiliyorlar. Boğazkere üzümünün memleketi Diyarbakır yöresi. Şaraplık üzümlerin bir çoğuna nispeten biraz daha büyük taneli bir üzüm. En belirgin özelliği çok güçlü taneni. Zaten adı da bu güçlü "tanen"in boğazı "kerme"sinden gelmektedir. Süleyman abiye, "buralarda Boğazkere yetiştirmeye nasıl karar verdiniz" dedim. "Kavaklıdere'nin teşvikiyle oldu, aşı kalemlerini ilk onlar getirdi" dedi.


Süleyman abi sepetlerdeki üzümleri kasalara boşaltıyor, Rıdvan abi de kasaları arabanın kasasına yerleştiriyor.



(Sol baştan itibaren) - Süleyman (Öztürk) abi, Muammer (Özkan) hocam, üzümünü aldığımız bağcı meslektaşım ve Rıdvan abi. Askerlik hatırası gibi bir fotoğraf olmuş :) Bu da, Çal / Kabalar köyü hatırası.



Eh, artık bir tane de beni fotoğrafım olsun. Orada da tekerlekli sandalyeyle bağın içinde dolaştım yani :)



Bu bağın bulunduğu yerden ve çevresindeki arazilerden kazılarak verimli üst toprağın altındaki kil tabakası baraj yapımı için alınmış. 10-15 metre kadar aşağıya kazılmış. Yukarıdaki fotoğrafta karşı taraftaki yükseltiden de bu görülüyor zaten. Karşı taraftaki yüksek kısmın üzerinden Çal-Güney karayolu geçiyor. Bu yeri kazmadan önce üstteki verimli toprağı kazıyarak bir yere yığmışlar, killi tabakayı alıp aşağıdaki çakıllı kısma ulaşınca, bir kenara topladıkları verimli üst toprağı tekrar geriye sermişler. Ve, burada su birikebileceğini düşünmeme rağmen, ben tekerlekli sandalyeyle içinde çok rahat gezebildim, tekerlekler çamur bile olmadı, onca yağmurdan sonra. Bu bakımdan, buradaki bağların ilginç bağlar olduğunu düşünüyorum.



İsabey beldesinde yeni kurulmuş, bu yıl ilk üretimini yapacak bir şaraphanenin tanklarından bir bölüm.

Her üretici, pazarın hangi kesimine hitap edeceğine karar verip öyle üretim yapıyordur mutlaka. Ama bu kadar üzüm yetiştirilen, etrafınıza baktığınızda nerdeyse gözünüzün gördüğü yerin bağ olduğu, seçerek üzüm alma imkanlarının sonuna kadar açık olduğu bir yerde, kitle şarabı yapmanın haricinde daha özel üretim yapacak küçük tesislerin olmayışı da ayrıca değerlendirilmesi gereken bir konu. Ama yanlış anlaşılmasın kitle şarabı yapan buradaki tesislerin olmasına karşı değilim. İyi şarap meraklısı çoğu kişinin bu duruma burun kıvıracağını da bilirim. Ama olay bu kadar basit değil. Onlar olmasa bu kadar bağın üzümü nasıl değerlendirilebilir, nereye gider? Neyse, bu uzun bir konudur. Zaten yazı yeterince uzun oldu :)

Yine, çok güzel bir yolculuk ve gezi yapmama vesile olan sevgili Rıdvan abiye, bize yardımcı olan Muammer hocama, Süleyman abiye ve bağına gittiğimiz meslektaşımıza çok teşekkürler...

6 Ekim 2011 Perşembe

Bulgur Yapımı

Aman bulguru kaynatırlar / Haydi bulguru kaynatırlar / Serine yaylatırlar / Aman serine yaylatırlar / Bizde adet böyledir / Aman bizde adet böyledir / Güzeli ağlatırlar / Aman çirkini söyletirler
Fidayda da Ankaralım Fidayda / Beşyüz altın yedirdim bir ayda / Gitti de gelmedi ne fayda / Başını da yesin bu sevda ..... Diye devam eder bu güzel Ankara türküsü. Bilmeyen yoktur. Neyse, beşyüz altınımız da yok zaten. Olsa da yedirsek :)
Biz, bulguru kaynattık, o kadar...



Bulgur Türkler'e has bir gıda maddesidir. Ülkemizde ciddi oranda tüketilir. Özellikle de kırsal kesimde. Bunun için de, bulgur köylü yiyeceği olarak görülür biraz. Yaklaşık 2-3 yıl önce pirinç fiyatları aşırı yükseldiğinde ise, pirinç yerine bulgur tüketmeleri salık verilmişti halkımıza, memleketimizin idarecileri tarafından. Öyle ya da böyle, bulgur bizim bulgurumuzdur, ayrı bir taddır. Geleneksel ve bize özeldir. Dimyat'a pirince giderken evde bulunandır. Garanti olandır. Sahi, bir de Dimyat'ın pirinci meselesi vardır değil mi? Dimyat, Mısır'da, Süveyş Kanalı ağzında Portsait yakınlarında bir limanmış. Eskiden Mısır'ın meşhur pirinçleri buradan gelirmiş Türkiye'ye. Rivayet odur ki, Dimyat'a pirinç almak üzere yola çıkan bir tüccarın bindiği gemi korsanların saldırısına uğramış. Haliyle tüccar da bütün parasını korsanlara kaptırmış ve bırakın pirinç almayı zar zor geriye dönebilmiş. İşleri kötüye gitmiş ve iflas etmiş. Bol buğday yetişen memleketi Karaman'daki tarlalarından kalkan buğdayı da gitmeden önce sermaye olsun diye bulgur tüccarlarına sattığı için kendi ev halkı da kışın bulgursuz kalmışlar. Bundan ala, "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak" olur mu...



Bulgur için uygun olan buğday sert buğdaydır. Her evde bulgurluk buğday üretilmiyor olabilir. Bu durumda, bir miktar buğday bulgurluk olanla değiştirilir. İçi ayıklanan bulgurluk buğday daha sonra yıkanır kaynatılmaya başlanılır. Ara ara su ilave etmek ve karıştırmak gerekir. Yeterince kaynadığı düşünüldüğü zaman kevgirle biraz alıp kontrol edilir, taneler yumuşadığında ve çatladığında olmuş demektir.



Yeterince kaynamış buğdaylar daha önceden yıkanmış ve temizlemiş bir sepetin içine alınırlar. Böylece suyu süzülmüş olur.



Sepetin içine alınan kaynamış buğdayın üzerine su dökülerek, buğdayların yıkanması sağlanır. "Soğuk su onlara şok etkisi yaparak diriltmez mi" dedim, meğer bunun için önceden sıcak su hazırlanmış, kovadaki su sıcakmış. Demek ki bu da bir püf noktası işin.



İşte bu, benim çocukluğumdan kalan lezzet. Her bulgur kaynatıldığında bir tabağa alır, üzerine de tuz eker, yerdik. Yine yaptım. Haşlanmış mısırın biraz değişiği. Aslında bunun için bulgur kaynatılmasını beklememek lazım. Bir avuç buğday alıp kaynatmak çok zor değil. Hatta, bu tat nasıl daha da zenginleştirilir üzerine de düşünülmeli.



Hasır ya da başka bir örtü üzerine ince olarak serilen (yukarıdaki daha da ince olarak serilecek) ve ara ara karıştırılan kaynamış buğday kurumaya bırakılır.



Kaynatılıp kurutulan buğdaylar, modern değirmenlerde ya da yukarıdaki gibi bir el değirmeninde kırılarak bulgur haline getirilirler. Fabrikasyon üretimde buğdaylar farklı boylarda kırılarak ve değişik boydaki eleklerden geçirilerek bulgur pilavlık ya da başka kullanım amaçlı olarak boylanmaktadırlar.
Ben, el değirmeninde kırılmış, nispeten daha iri olan bulguru tercih ederim.